Taşın Vicdanı, Suyun Dili
1980 yılında Malatya’nın Kürecik / Kepez Lisesi’nden ayrıldığımda, okulun bahçesi hâlâ öğrenci sesleriyle yankılanıyordu. Ortaokul ve lise birlikteydi o yıllarda; iki katlı mütevazı binada on’a yakın derslikte sabahları liseliler, öğleden sonraları ortaokul öğrencileri ders görürdü. Her teneffüste okulun yanı başında çağıl çağıl akan Dipsiz Çay’a koşar, avuçlarımızı o serin suya daldırır, sonra güle oynaya yeniden derse dönerdik.

Dipsiz Çay, Fırat Nehri’yle buluşur; oradan Basra Körfezi’ne ulaşır, sonunda okyanusun sonsuzluğuna karışırdı. Biz de o çayın suyuna benzedik; her birimiz aktık, çoğaldık, uzaklara kulaç açtık. Kimimiz İstanbul, Adana, İzmir Antep, Antalya’nın kalabalığına, kimimiz Avrupa’nın kentlerine, kimimiz dünyanın öteki ucuna…
80’lı yılların öğrencileri bugün yeryüzüne dağılmış durumda. Avrupa’nın herhangi bir kasabasında, belki bir kahve köşesinde, belki bir metro durağında bir Kürecikli’ yle karşılaşmak hiç şaşırtıcı değil. Kimi işçi, kimi mühendis, kimi öğretmen, kimi tüccar… Ama nerede olursa olsun, her birinin kalbinde hâlâ Kepez Lisesi’nin rüzgârı eser; her birinin kulağında Dipsiz Çay’ın o tanıdık sesi çınlar.
Ve Askeri Darbe
12 Eylül 1980 askeri darbe sonrasında Kürecik, büyük bir göçe sahne oldu. Kimisi siyasi sebeplerle, kimisi geçim derdiyle bölgeyi terk etti. Her gidenle bir yıldız daha söndü; her kapanan evle birlikte bir hafıza daha toprağa karıştı. İnsan azaldıkça doğa sahipsiz kaldı; toprak, su, taş, ranta talana açık hâle geldi.
Bugün Kürecik’in eteklerinde bulunan taş ocağı, yalnızca dağı değil, belleğimizi de oyuyor. Okula gittiğimiz patikalar şimdi teker izleriyle dolu. Maden arama projeleri, suyu ve toprağı “gelişme” adına yıkarken, aslında Kürecik’in dokusunu sessizce yok ediyor. 2000’den bu yana süren talan, yalnızca taşı toprağı, yaylaları değil, geçmişin izlerini de parçalıyor.
Bu yaz Kepez’e (Şaran) gittim. Liseye gitmek istedim ama yüreğim elvermedi. Hayatımda önemli bir yeri olan binayı yerinde görememek içimde derin bir sızı bıraktı. Bir fotoğraf dahi çekemedim. Benim okuduğum lise yıkılmış, yerine yeni bir bina yapılmış. Binlerce öğrencinin belleğinde yer etmiş o duvarlar, o sınıfların kokusu: Yusuf Bozdemir, Mustafa İçöz, Zakir Özyılmaz, Mikail Mike, Ali Rıza Korkut… hocalarımızın sesi kaybolmuş, bir kuşağın hafızası kepçeyle yerinden sökülmüştü.
Lise binası, gündüz vakti, bir müteahhit tarafından üç beş ton demir ve kereste uğruna hiçbir resmi kurumun haberi (!) olmadan yıkılmak istenmiş, duyarlı bir vatandaşın canlı yayın yapmasıyla müdahale yapılmış ama bina yıkılmaktan kurtulmamış. Oysa binanın içinde yılların emeği, alın teri, bir kuşağın düşleri, hafızası vardı. Şimdi anlıyorum ki bu yıkım yalnızca bir bina meselesi değilmiş; çok daha büyük bir tehlikenin habercisiymiş.
Lisenin hemen yanı başında, Dipsiz Çay’ın iki yakasındaki kayalıklar delinmiş, dev bir taş ocağı açılmış. Dipsiz Çay hâlâ akıyor ama suyu artık berrak değil; sesi gitmiş, makinelerin gürültüsü gelmiş. Taş ocağı, doğanın kalbine saplanmış bir hançer gibi duruyor. Kepez’in sessizliğini, börtü böceğin yuvasını, toprağın huzurunu bozan bu yara yalnızca doğayı değil, insanların huzurunu kaçırmış.
Kepez Lisesin de az sayıda öğrenci kalmış. Öğrenciler artık çayın kenarında oynamıyor, suyunda elini yüzünü yıkamıyor. Birbiriyle su şakası yapmıyor. Öğrenciler suya değil, suyu kirletenlere küsmüş.
Kürecikte konuşulan her şey: doğanın çevresinde dönüyor.Kimisi orada çalışıp ekmek parasını çıkarıyor, kimisi toprağını, suyunu, taşını kaybettiği için öfkeli. Bir yanda geçim derdi, öte yanda doğa kaygısı… İnsanlar iki arada kalmış. Dipsiz Çay, şimdi molozların, öğütülen kayaların arasında nefes almaya çalışıyor.
Kürecik’in belleği de tıpkı lise binası gibi yıkılmış durumda. İnsan, doğasını kaybedince kendini de kaybediyor. Eskiden vadide öğrencilerin sesi yankılanırdı; şimdi kum taşıyan traktor ve kamyon ve kepçelerin gürültüsü. Eskiden tarlalardan buğday, arpa, nohut kokusu gelirdi; Kayalıklarda keklik, bıldırcın sesi gelirdi. Şimdi toz ve mazot kokusu.
İnsanlık, toprağa ilk kazmayı vurduğunda taşa dokundu. Onunla ev yaptı, yol yaptı, mezar taşı yaptı, yonttu heykel, yazı yaptı. Her taş, bir dönemin emeğini, bir uygarlığın izini: aynı zamanda “zamanın dili”ni gün yüzüne çıkarır.
Taş, yağmurla aşınır, rüzgârla şekillenir, insan eliyle yontulur ama hiçbir zaman bütünüyle kaybolmaz. Her darbe, her oyuk, her çatlak bir hikâyeyi anlatır bize.
Bir taş ocağında dinamitle parçalanan kayalık, yalnızca doğayı değil, bir coğrafyanın hafızasını da paramparça eder. Çünkü taş, bulunduğu yerin tanığıdır; bin yıllardır oradan geçen suyun sesini, börtü böceğin kanat çırpışını, çocukların ayak izini, insanların sesini saklar. Her taş, toprağın belleğinde suskun bir hikaye….
Oysa biz, o taşlara her vurduğumuz kazmayla kendi geçmişimize de vuruyoruz.
Suyu taşa, taşı suya küstürmemeliyiz. Çünkü biri hafızanın, diğeri sürekliliğin dilidir. Su olmazsa taşın hikâyesi yarım kalır; taş olmazsa su yönünü kaybeder.
Ne su eski su ne taş eski taş ne insan eski insan… Ama yine de içimde bir umut var: Dipsiz Çay bir gün yeniden berrak akar; taş, yeniden suyla barışır; doğa, kendini onarır.
Belki o zaman Kepez Lisesi’nin bahçesinde yine çocuk sesleri yankılanır; taşın vicdanı, suyun dili, insanın kalbinde yeniden hayat bulur..
Asaf Demirhan / 12 Ekim 2025
Fotoğraflar: Şükrü Turan